Travel

Berlin Gezi Yazısı

Berlin, Almanya deyince akla gelen ilk şehir olsa da kendine öz geçmişi ve çehresiyle ülkenin geri kalanından ayrılan, oturup rakı masasında derdini tasasını dinlemek isteyeceğiniz türden bir şehir. Bu yazıda 3 gün 2 gecelik bir zaman dilimine Berlin’de neler sığdırabilirsiniz, onu anlatacağım. Ben Berlin’de neler hissettim, yolum buraya nasıl düştü, buradan nasıl ayrıldım; biraz daha muhabbet isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.

Berlin sizi selamlıyor. Jacob and Wilhelm Grimm Center avlusu.

1.GÜN:

     Berlin Schonnefeld Havalimanı’na öğle saatiyle 12’de iniyorum. Berlin’de 2 havalimanı var ama Pegasus SFX’e uçtuğu için sanıyorum bu daha mütevazı olanı 🙂 Önce ulaşım işini konuşalım. Birkaç hafta öncesinden yer ayırttığım Citystay Hostel, bana banliyö trenine binerek aktarmasız Alexanderplatz’a gitmemi önerdiği için ben öyle yapıyorum. Ancak bu trenler çalışmadığında veya Alexanderplatz kadar merkei bir yerde kalmayacağınız durumda, S9 isimli trene binerek Berlin’i yeraltından ve yer üstünden saran S-Bahn / U-Bahn hatlarına aktarma yapa yapa kalacağınız yere ulaşabilirsiniz.
Berlin’de araçlara binerken turnikeden bilet okutmuyorsunuz ancak duyduğum kadarıyla biletsiz yakalama politikaları oldukça sertmiş, 60 Euro ceza söz konusu. Şehri harika sarmalayan ve haftasonları 24 saat çalışan toplu taşımanın keyfini çıkarmak için tam günlük geçişi 7 Euro’ya alabilirsiniz. Eğer sizi Berlin’de biri karşılayacaksa ona aylık bileti olup olmadığını sorun, aylık bileti olanlar haftasonları bir kişiyi yanlarında ücretsiz seyahat ettirebiliyor 🙂 Biletinizi makinelerden alıp trene atladığınız gibi şehre indiniz mi? O zaman şehirden devam edelim.

Odayı kapattım.

Hostelim Alexanderplatz’a yakın olduğu için Berlin’in en merkezi ve restoran-bar açısından zengin bu bölgesinden başlıyoruz gezmeye. Okuldan arkadaşım, bu yaz Berlin’de staj yapan Gürkan da bana katılıyor. İlk durak yürüme mesafesindeki Museumsinsel yani Müzeler Adası. Etrafı kanallarla ve köprülerle çevirilmiş bu alandaki müzelere gitmeden hepsine internetten göz atın. Ünlü Avrupa sanatçılarından antik çağlara kadar her türlü zaman dilimini bulabileceğiniz adada benim en çok dikkatimi çeken Pergamon Museum yani Bergama Müzesi’ydi. “Bergama zaten bizim, elin Almanya’sında niye gideyim?” demeyin; çünkü vakti zamanında bizim koruyamadığımız eserleri alıp götürüp güzelce muhafaza ederek şimdi dünyaya sunuyor biricik Hanslar ve Helgalar. Buradaki en meşhur eser, bakmalara doyamayacağınız Ishtar Gate. Yıllar önce Babillerin şehrini süsleyen bu görkemli yapı, maalesef ben gittiğimde restorasyon amacı ile kapanan bölümde olduğu için sonraki güne bilet almaktan vazgeçiyorum. Berlin’in keşfetmek istediğim yüzleri daha ziyade tüm şehri saran sokak sanatı ve Doğu-Batı Berlin dönemindeki hikaye olduğu için başka bir müzeye vakit harcamıyorum, isterseniz bir tam gününüzü müzeden müzeye gezerek geçirebilirsiniz.

Bu alandaki ünlü yapılardan biri de Berlin Katedrali yani Berliner Dom. Bu görkemli binanın önündeki çimlere uzanıp biraz mola verdikten sonra görece yeni ancak oldukça ilgimi çeken DDR Museum’a gidiyoruz. DDR yani Deutsche Demokratische Republik, duvar varken Doğu Almanya’nın kendine verdiği isimdi -ancak kendi kendilerini demokratik sayabilecekleri için…- Bu müzede DDR döneminde Doğu Almanya’da yaşamak nasıldır, ev eşyaları neye benzer, alışverişten medyaya kadar karşılaşılan zorluklar ile insanların günlük hayatındaki hikayelerini eşyalara dokunarak; interaktif bir şekilde öğreniyorsunuz. Bir kapağı açıp o zamanki askerlerin örnek dolabını görüyor, kıyafetlerine dokunuyor; başka bir dolabı açıp küçük bir çocuğun el yaızısından Almanca defterini ve o dönemki okul çantasını elinize alıyorsunuz. Öğrenci kartı göstererek sadece 6 Euro ödeyebileceğiniz DDR Museum’u, şehrin yakın geçmişine ilgi duyanlara kesinlikle tavsiye ediyorum.

Doğu Almanya’da bir fabrika işçisinin dolabı. Ne kadar da sıradışı…

DDR’ı geride bırakıp bir olmazsa olmazı gerçekleştirmek adına daha önce fotoğrafına dibimin düştüğü kütüphane Jacob and Wilhelm Grimm Center’a gidiyoruz yürüyerek. Burası Humbold Üniversitesine ait, nasıl gözlerini binanın tasarımından kitaba çevirebildiklerine hayret ettiğim onlarca insana şehir içinde çalışma ortamı sunduğu kadar ziyaretçilere açık. Ancak sırt çantanızı kilitli dolaplara bırakmanız gerekiyor. Kilitli dolaplara üye kartı okutulduğu için alternatif bir çözüm düşünüyoruz, kütüphanenin hemen karşısında enfes bir pizza yediğimiz İtalyan Restoranı’ndaki Türk garson abiden rica ederek çantaları ona bırakıyoruz 😀 Nefesimi kesip izlediğim kütüphanenin üst katlarında çalışanları biraz rahatsız etmek pahasına da olsa birkaç kare fotoğraf da çekiyorum. Burada da biraz vakit geçirmek isterdim ama zaman kısa olunca sadece bir havasını soluyup çıkmakla kaldım. Başka sefere belki 🙂

 

 

Bir reklam arası verelim, araya bir yorum ekleyeyim hemen. Berlin her ne kadar Almanya’nın başkenti ve dünyanın en bilinen şehirlerinden biri olsa da şehrin görece tenha olması beni çok şaşırttı. Sözgelimi en merkezi yerler Alexanderplatz, en turistik yerler Museumsinsel bile kalabalık olmaktan çok uzaktı. Berlin’de yaşayan Alman arkadaşım, bunun yaz dönemi olduğu için kalabalık bile olduğunu söylediğinde çok şaşırdım 🙂 Aslında nüfusu az bir şehir Berlin, bazı saatler gece kulüpleri ile dolu sokaklar ve istasyonlar kalabalık olsa da İstanbul’daki ya da gezdiğim diğer metropollerdeki keşmekeşe; o karşıdan karşıya geçerken içinde kaybolduğunuz insan kalabalığına olduça uzak.

Restriced – DDR

Birinci günün akşamı Gürkan’dan ayrılıp Alman arkadaşım Vincent ile buluşacağım için araya bir şey daha sıkıştıralım diyoruz, yürümekten vazgeçip trene atladığımız gibi benim görmek istediğim Oberbaum Bridge’e gidiyoruz. Ertesi gün öğreneceğim üzerine zaten şehrin gece hayatına ve graffitilerle donatılmış duvar kalıntılarına yakın olduğu için yolumun çok sık düşeceği bu şirin köprüyü uzaktan görecek şekilde kanala inen merdivenlerden birine çöküyoruz. Berlin deniz kenarı olmasa da Spree Nehri şehrin pek çok noktasını sarıyor. Bir Venedik, bir Amsterdam kadar manzaralı değil nehir kenarları ancak yine de şehirde su, olmazsa olmazdır be kardeşim!

Burada Gürkan’dan ayrılıyorum, Alexanderplatz’a, o sırada etrafını adam akıllı bildiğim tek yere gidip Vincent’la buluşuyorum. Benim bastığım yerleri toprak deyip geçtiğim Alexanderplatz’ı anlatıyor biraz, devasa beyaz kulenin TV Kulesi olduğunu öğreniyorum önce, sonra meydandaki World Clock isimli, dünyanın farklı yerlerindeki şehirlerin saatlerini gösteren heykelimsi yapıya bakıyoruz. “Saatler ileri/geri alındığında yanlış gösteriyor o zaman bu!” diyorum, hemen Ankara ve İstanbul’un üzerinde durduğu dilimi bularak. Bilim, cevapsız kalıyor…

Top Berliners’ choice.

Baktık çok yürüyeceğiz, kendisi danışmanlık dünyasının genç bir neferi olan arkadaşım Vincent laptop çantsını iş yerine bırakmak için beni ofisine götürüyor, oradan Berlin’in lüks mağazalarını geçe geçe Checkpoint Charlie’ye iniyoruz. Etrafındaki yeni binalar yüzünden çok bir atmosferi kalmayan bu yer, zamanında duvarın geçiş noktalarından biriymiş. A, B, C gibi harflerle sembolize ediliyor diye ismi Charlie yorumunu yapıyoruz beraber, çok da duyguya giremediğimiz bu alandan çıkıp yollarda rastgele yürüyoruz. Duvar kalıntılarına rastgeliyoruz kimi yerde, kimi yerde bir marketten içecek alıyoruz -ben Almanya’nın hipster yüzünü yansıtan Fritz alıyorum bir tane, tadı MÜ KEM MEL- bir ara Ritttersport’un kendi mağazasına girip kendi çikolata karışımını yarat sırasını ve envayi çeşit Rittersport’u inceliyoruz. İkinci gün buraya uğrama sözü veriyorum kendime. Sonunda akşam yemeği vakti gelip çatıyor.

 

 

Hayatımda yeni bir konsept: İş çıkışı arkadaşınla buluşup Berlin Duvarı kalıntıları boyu yürüyüş yapmak.

     

İçi seni, dışı beni yakar

Potsdamplatz, cam kuleleri ve geniş meydanı ile oldukça modern görünüşlü -fakat yine tenha- bir yer. Buranın aralarına dalıp şık restoranlarla dolu bir sokağa sapıyoruz. Geleneksel Alman mutfağına şans vermek istemesem de gelmişken yiyelim diyerek geleneksel Alman mutfağının biraz üst segment kalan restoranlarından Mommseneck’e oturuyoruz. Buranın özelliği, menülerinde 100 farklı çeşit bira olması. En bilinenlerden tutun hayatta adını duymayacağınız hindistan cevizli biralara kadar! Bizimle epey ilgilenen garsonun tavsiyesine uyup Berlin’e has bir bira istiyorum, Vincent hindistan cevizliyi deniyor. Bira fiyatları 3-5 Euro arasında; yiyecekler biraz pahalı. Et yemekleri 15-20 Euro arasında değişiyor. Ben Alman mutfağından çok beklentili olmadığım için Vincent bana makarnalar arasından Alman stili hazırlanmış olanı tavsiye ediyor -haşlanmış jambon, soğan, mantar ve kaşarla fırınlanmış makarna- fiyatı da 11 Euro olunca hadi bu olsun diyorum 😀 Ne yalan söyleyeyim, yemek bana biraz ağır geliyor. Zaten aç olmadığım için ancak yarısını yiyebiliyorum. Ama garsonun yemeğimizi bir hayli geç getirmesi nedeniyle hem birer hediye shot atıyor, hem de bu güzel mekanda uzun uzun sohbet etmiş oluyoruz. Sonunda gecenin çökmesiyle Brandenburgetor’a yürümeye başlıyoruz. (yazın Berlin’de akşam 10’a kadar hava hala aydınlık oluyor)

Brandenburgetor’a giderken yolda Parlemento Binası ve diğer siyasi binalar kompleksini geçiyoruz. Parlemento Binası aslında Berlin’in görülecek noktalarından biri, bir iki hafta önceden davranırsanız gökemli binanın camdan kubbesine ücretsiz bir tur ile girip savaş döneminden kalma ilginç bombalanma hikayeleri olan binayı bir rehberden dinleyebilirsiniz. Ben kısıtlı günlerimi buna ayırmak istemediğim için görkemli gece görüntüsüyle yetiniyorum. Kanala sıralanmış bol ışıklı siyasi binaları geçerek Brandenburgetor’a varıyoruz. Burası da Berlin deyince akla ilk gelen yapılardan biri; hele gece ışığında efsane! Burası vakti zamanında Prusya’ya karşı savaş kazandığında Napolyon’un gösteriş yaparak geçtiği kapı. Üstündeki at heykelleriyle ilgili hikayeyi de gitmeden okuyun derim, binanın havasını değiştiriyor 🙂

 

Burayı da gördükten sonra yine yürüye yürüye yukarı, Müze Adası’nın civarına varıyoruz. Burayı gündüz kanallar sayesinde epey zarif bir görüntüye sahip bulmuştum, gece de kanalların etrafına yayılan fenerlerle aydınlatılmış kır cafesi tadındaki açık hava publara gidiyoruz. Buranın enerjisi öyle iyi geliyor ki, hırkamın altından bile vuran hafif üşümeyi unutuyorum, aynı bizim yazlık yörelerdeki kır düğünlerini andırıyor çevredeki kahkahalı gürültü. Yakın marketlerin birinden iki bira alıp yine kanal etrafına dizilmiş ücretsiz şezlonglara oturun mutlaka, kahkahalar eşliğinde kanala yansıyan görkemli müzelere dikin gözünüzü. Tabii Berlin gerçekleri, mekan başta sıcak gelse de sonraları soğuktan biraz büzüşmüş halde saat 1’e doğru yavaşça gözlerimi kapatıyorum, Vincent “hadi artık!” deyince onunla vedalaşıp yürüme mesafesindeki hostelimde kafayı koyduğum gibi bayılıyorum.

2.GÜN
 Avrupa hostellerinde en sevdiğim şey sanırım KAHVALTI. Her ne kadar Türk kahvaltısını hiçbir şeye değişmesem de; Avrupa’daki yaygın kahve-kruvasan kültürünün aksine hosteller çeşitli peynirler, reçeller, yeşillikler ile harika bir başlangıç sunuyor güne. Hele o peynir yok mu o peynir! Gezinin son günü kendime söz verdiğim üzere öyle tadımlık peynircilere falan değil, ucuz bir markete girip şeklini şemalini tanıdığım paketlenmiş peynirlerden bol bol aldım bu defa; önerdiğim marketi de 3. Günün sonunda tarif edeceğim 🙂

İkinci günümüzün ajandası inanılmaz! Epeydir internetten bakınıp durduğum “Cold War Tour” isimli özel bir turuna katılıyoruz Original Berlin Tours’un. Burası her Avrupa şehrinde olduğu gibi bir sürü farklı tur ve bir adet de free walking tour düzenleyerek sürümden kazanan turizm işletmelerinden biri. Hayatımda ilk kez bir şehirde free walking tour’u henüz yapmadığım halde 15 Euro ücretli tura katılıyorum. Sonuna kadar da değiyor!

57 kişi işte buradan özgürlüğüne kavuşmuş

Turumuz, İtalyan orijinli ve kendi ifadesine göre kütüphanede bir sene kitap okuyarak Berlin hakkında bilgilenmiş rehberimiz Daniel’in bize Alexanderplatz’ı anlatması ile başlıyor. Nasıl da farkında değilmişim Alexanderplatz’ın eski Doğu Almanya olduğunun? Hatta neredeyse Berlin’in capcanlı diyeceğim her yeri Doğu’da kalıyormuş meğer. Duvar yıkılınca hala görece ucuz olan Doğu, zamanla daha tercih edilir bir bölge olmuş, özellikle sanatçılar ve öğrenciler tarafından. Neyse, fikri mülkiyet hakkı diyerek turun içeriğinde öğrendiğim şeyleri fazla satmayacağım 😊 Bence Berlin’e gelmişken bu şehrin Soğuk Savaş dönemine yakından bakmadan olmaz. Bu tura veya en azından free walking tour’a kesin katılın, bu şehrin hikayesini bir bilenden dinleyin derim. Yaklaşık bir saat boyunca Wall Memorial, oradaki yeniden yapılmış kilise ve 57 Tunnel’ı gezip hikayeler dinliyoruz. 57 Tunnel, iki gün içinde fark edilene kadar 57 kişiyi Doğu’dan Batı’ya kaçırabilmiş bir tünel. Yeniden yapılan kilise ise Doğu Almanya’nın Komünist rejimi etkisiyle yıkılıp şehrin birleşmesinden sonra modern bir dizaynla yeniden yapılan kilise. Hatta içinde kilise orgu yerine Yamaha Clavinova; tahta sıralar yerine IKEA sandalyeleri var!

 

Soner by the Teufelsberg

Burayı bitirdikten sonra uzun bir yolculuğu geride bırakıp beklediğim ana geliyoruz: graffiti cenneti Teufelsberg! Benim için sokak sanatının başkenti olan Berlin’in batısındaki devasa Grunewald ormanlarında vakti zamanında bir Amerikan casusluk istasyonunun bulunduğunu, buranın terk edildikten sonra sanatçılar tarafından eşsiz graffitilerle doldurulan terk edilmiş bir bina haline geldiğini öğrendiğimde BURAYA GİDECEM dedim. Bu bina özel koruma alanında olduğu için bir tur grubuyla girmeniz gerekiyor -en azından internet ve girişteki kadının tavırları öyle gösteriyor-

Biraz eğlendik

Buası gerçekten anlatılmaz yaşanır bir yer. Ormanda uzun bir yürüyüş sonrasında terk edilmiş binanın kocaman beyzbol topları gibi görünen alıcı koruma istasyonlarını görüyorsunuz. Şimdi yer yer yırtılmış, yer yer boyanmış… Duvarlar deseniz kafanızı çevirdiğiniz yerde inanılmaz bir mural, her yer yıkık dökük, girişteki bar bile barakadan bozma, terk edilmiş vinçten tutun yolun ortasına fırlatılıverilmiş küvet bile graffiti ile bezenmiş….Burada o kadar çok vakit geçiriyoruz ki turun son noktası olduğu için rehberimizi de salıp koca binayı da terasını da kat kat doya doya arşınlıyoruz. Tam geldiğimiz gün burada bir “Summer Party” veriliyormuş. Terasa herkes çıkamıyor bu yüzden, partinin hazırlıklarını yapan adam bizim tur rehberiyle selamlaşıyor, biz tanıdık kontenjanından girebiliyoruz sanırım. Söylenene göre burada çok çok nadir oluyormuş partiler, bir o kadar da pahalı. Kendime söz veriyorum, buraya bir gün dönersem ve partiye denk gelirsem ne pahasına olursa olsun gidecem!

Kendimizden geçtiğimiz Teufelsberg’i geride bırakıp bir başka söz daha vererek trene dönüyoruz: Bu güzelim Grunewald Ormanı’na böyle kısa bir yürüyüş için değil tam gün doğa ile kucaklaşmaya geleceğim!

Gelelim buradan çıkınca akşam ne plan yaptığımıza: Önce karnımızı doyurmak için metro çıkışında rastgele bir currywurst dükkanına gidiyoruz. Currywurst üstüne bir tutam curry baharatı katılan bildiğimiz sosis. Ben biraz daha bol curry’li sos hayal ettiğimden sanırım, bu meşhur Berlin fast food’u beni çok sarmadı açıkçası. Yine de denemedim demezsiniz. Oradan çıkıp Rittersport’un mağazasına gidiyoruz. Daha önce New York’a gittiyseniz, burası aynı M&M mağazasının tablet çikolata versiyonu 😀 Bir sıra turist kendi çikolata mix’ini yaptırmak için bekliyor; öbür tarafta aklınıza gelmeyecek aromalarda ve formatlarda Rittersport çikolatası/ürünü alabileceğiniz renkli bir dükkan, üst katında ise fondue kokan minik bir cafesi var. Ben fiyatları 1 Euro civarında olan tabletlerin arasına dalıp klasik bütün fındıklı ve daha önce denemediğim kek parçacıklı, hindistan cevizli olanlardan alıyorum. Biraz macera katmak isterseniz, 0.79 Euro karşılığında sadece mağazadan satın alabileceğiniz ve içinde sürpriz bir tadın sizi beklediği, henüz piyasaya çıkmamış deneme tabletlerinden de alabiliyorsunuz 🙂 Buradan çıkıp trenle Kurfurstendamm’da çan kulesi savaş döneminde hasar görmüş Kaiser Wilhelm Memorial Church’ü görmeye gidiyoruz akşam çökmeden. Biraz yağmura yakalanarak hostele dönüyoruz. Gece hayatına atılmadan önce Citystay Hostel’in sıcak ve kalabalık barında birer bira içiyoruz. Lafı açılmışken, temizlik, dizayn, lokasyon… her alanda hostelime 10 üzerinden 10, yine gidersem yine burada kalırım.

Teufelsberg’den trenle gece hayatının aktığı yerlere gittik. Trenle gittik, trenle.

     Berlin gece hayatı, anlatıldığı kadar var! Hatta gece hayatı değil eğlence hayatı demeliyiz, zira Cumartesi gece 3 sularında kendimi yatağa zor atıp sabah 9:30’da bir kuvvetle East Side Gallery’ye gittiğimde, Warschauer Strasse dibindeki kulüplerden hala bangır bangır tekno müzik yükseliyordu 🙂

Berlin gece hayatı, genel olarak tekno müzik ve biraz da uyuşturucu -spesifik olarak, kimyasallar- üzerinden karakterize ediliyor. Sözgelimi; bir yere girip iki gün boyunca oradan hiç çıkmamış, ne aldığı belirsiz öyle kendinden geçmiş sallanarak tekno müziğin keskin ritimlerine ayak uyduran birini görürseniz şaşırmamalısınız 😀 Bizim sağa sola sorup, biraz da internetten öğrendiğimiz tavsiyeler şu şekilde:

  • Matrix: En kötü kulüp, sakın gitmeyin 😀
  • Tresor, Renate, About Blank, Suicide Circus: Güzel, aşırı pahalı değil
  • Watergate: Güzel, biraz pahalı
  • Club Visionare:Tam dans kulübü değil, bar-disko arası

Bir de tüm bunlara ek olarak THE gece kulübü olmakla meşhur Berghain var. Efendim dünyanın en güzel kulübüymüş de, içeri girebilirsen CV’ne yazarmışsın da… Bu devasa sırayı görmek için Visionare’den 2’ye doğru çıkıp Berghain’a yürüyoruz. Ben sırayı, bir de Berghain’ın kapıdaki meşhur koruması Sven’i görmek istiyorum. Sven’i izlemek çok eğlenceli, kimi içeri alıp kimi göndereceğini tahmin etmek Fruit Ninja kadar sarıyor bir anda. Öyle belli olmuyor ki kimi sokup sokmayacağı. Ortadoğu erkeği ve Asyalı turist imajı çizen herkesi görüş alanına girdiği an gönderiyor zaten. Bundan sonrası ise gerçekten çözülemez bir bulmaca… Dilerseniz kilometre kadar uzun görünen kuyruğa girip şansınızı deneyebilirsiniz, duyduğuma göre en kolay girme yöntemi Pazar öğle saatlerinde denemekmiş…

Gece otelime yine trenle dönüyorum. Berlin’de haftasonları trenler 24 saat çalışıyor demiştim zaten, gece hayatına saygı be kardeşim, helal olsun!

3.GÜN

Gelelim son güne. Bir gece önceden kendimi enkaz gibi hissetsem de sabah 9’da yataktan kazınmayı başarıyorum. Önceki günlerde graffitiye doysam da Berlin’e kadar gelip East Side Gallery’yi görmeden dönmek olmaz. Zamanında, Doğu Almanya vatandaşları duvara bir kilometre bile yaklaşamazken Batı Almanya vatandaşları üzerine resim mesim çizermiş. Ayrım sona erdiğinde de duvarın bir bölümüne gerçekten ustalık eseri murallar çizilmeye başlanmış. Çoğu politika ile alakalı bu muralların, en meşhuru da vakti zamanında DDR Başkanı Erich Honecker ile dönemin Sovyet Başkanı Leonid Brezhnev’in politik bir ziyarette gerçekten de birbirlerini dudaklarından öperek selamladıkları unutulmaz kareyi çizen duvar resmi.

Örneğin ben, bunu daha çok beğendim.

Aslında bundan çok daha vurucu, yaratıcı resimler bulmak da mümkün ancak popülarite; her zaman kalitenin yanında değil maalesef 🙂

Burayı tamamladıktan sonra biraz uzağa, sadece Pazar günleri kurulan Mauerpark’taki bit pazarına gidiyorum. Burası Avrupa’nın diğer yerlerinde gezdiğim pazarlardan çok farklı değil, sadece mağaza fiyatlarına göre hiç de avantajlı olmaması yönü bana ilginç geliyor 😀 Takılara ve dizayn bez çantalara; bir de antika koleksiyonuna meraklıysanız bir göz atın. Aksi takdirde bütçeye uygun bir şey bulmak imkansız.

Dump. Mauerpark

 

Gezi burada bitiyor! S9 numaralı trene binmeden önce kendime söz verdiğim üzere bir markete girip iki üç paket gouda peyniri ve üstü çörek otlu gibi görünen sarı peynirlerden alıyorum. Bunu dışında abur cubur, çikolata vb almak istiyorsanız In-city Market’i öneririm. Friedrichstrasse tren durağında kocaman bir adet mevcut 🙂

 

 

Berlin’e tekrar gelirsem mi? Bir günümü dinlenmeye, gecesini ise ertesi günün sabahına kadar mekan mekan gezmeye adayacağım. Ekstra bir günüm olursa da Grunewald’da bir yürüyüşe ayıracağım, hatta belki buradaki çıplaklar gölüne göz atmaya da hayır demeyebilirim 😊

Berlin, gelecekte bir gün görüşmek üzere!

You Might Also Like

No Comments / Yorum Bulunmuyor

Leave a Reply / Yorum Yazın

Show Buttons
Hide Buttons